Aşık Said
Ağ Ellerin Sala Sala Gelen
Yar
Nasıl Getireyim Seni Ele Ben
Ya Bir Şahin Olsam Sen Bir Balaban
Taksam Kaynağıma Gitsem Çöle Ben |
Der Said'im Görür Zatı Zad İle
Aldırdım Yarimi Bir İspat İle
Göksü Sülenbetli, Tosun At İle
Yar Terkimde Hep Gideyim Çöle Ben |
Aşık Said 1835 -
1910) yılında Kırşehir iline
bağlı Toklumen Köyünde doğmuştur. Değirmenci Oğulları denen bir aileden
gelmektedir.

Said, okuyup yazmayı önce köyün hocasından öğrenmiş, sonra 18
yaşlarında Kayseri'ye giderek iki buçuk yıl medrese öğrenimi görmüştür.
Üç kez evlenmiş ve bir çok çocukları olmuştur. Bunlardan dördünün erkek, birinin
kız olduğu kesindir. Ayrıca bir oğlu ile bir kızının olduğu da söylenmektedir.
Adil ve İbrahim adlarındaki iki oğlu aynı günde ölmüş. Nuri adındaki oğlu 1290
(1874) deki büyük kıtlıkta keme (domalan) toplamak üzere Kızılırmak'ın karşı
kıyısına geçerken sandalın devrilmesi sonucu boğularak ölmüştür. Şairin
kendisinden sonra yaşayan tek oğlu, O'nun gibi bir halk şairi olan Aşık
Seyfullah'dır.
Haşim adındaki bir kardeşi Silifke'de mutasarrıflık yapmıştır. Aşık Said,
Kızılırmak üzerinde kayıkçılık yapardı. Çiftçilikle de binicilik sevdiği
uğraşlardı. Emmileri de kayıkçılık yapıyormuş, öyleyse bu uğraş onlardan gelmiş
olmalı kendisine. O, bir taraftan kayıkçılık yaparken, bir taraftan da ülkenin
bir çok il ve ilçelerini dolaşmış ve sazına oralardan da teller bağlamıştır.
Dörtlüklerinde çok yerleri gezdiğini, <<Yedi iklim dört köşeyi>> dolandığını
bildiriyorsa da, adlarını saymıyor. Görüşmelerimizden ve şiirlerinden
çıkarabildiğimiz kadarıyla Ankara, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Konya, Kayseri,
Maraş, Antep, Adana, Mersin, Silifke, Tarsus, İzmir, Manisa, Haymana,
Şereflikoçhisar, Aksaray, Keskin bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Yemen'e de
gitmiştir. Gezdiği yerlerde etkilenme derecesine göre şiirler yazmış, türküler,
düzmüş.
Bölgedeki yaşlı ve konuya yakınlık duyan kişilerden Aşık hakkında edindiğimiz
diğer bazı bilgilerin de buraya aktarılması uygun düşer sanırız.
Bir görüşe göre dört, bir görüşe göre altı yıl askerlik yapmış Yemen'de.
<<Yemen'e giderken>> başlıklı şiirinde, asker olarak Yemen'e gittiğini
belirleyen bir açıklık yoksa da, bölgede askerlik hizmetini, Yemen'de yaptığını
savunanlar az değildir. Nitekim askerden sevgilisine yolladığı <<Mektup>> adlı
şiirindeki:
Leylayı yitirmiş Mecnuna döndüm
Yana yana ıssız çölü beklerim
mısraları askerliğini Yemen'de yaptığı şeklindeki görüşleri oldukça açıklığa
kavuşturmakta, buna <<Yemen'e Giderken>> şiirindeki :
Yemen'den karalı haber geliyor
Nice yiğitler de hasret ölüyor
sözleri de eklendiğinde, askeriliği Yemen'de yaptığı büyük oranda doğruluk
kazanıyor.
Türkü söylemeğe genç yaşında başlamış ve sözlerini sazının tellerine ustaca
dökmesini becermiş. Bağlama çalmayı kendi kendine öğrendiğini, küçük yaşta
başladığını söyleyenler çoğunlukta ise de, çocukluğunda komşu köylerden birinde
ünlü bir saz erinin yaşadığını ve bu usta kişiden öğrenmiş olabileceğini ileri
sürenlerde çıkmıştır. Bu kişilerin sözleri tahminden öte geçmediği gibi, isim ve
yer de bildirmediklerinden ve hayli azınlıkta olduklarından Şair'in bağlamayı
kendi kendine öğrendiği daha çok kesinlik kazanıyor.
Kırk beş yaşına kadar sazını ilhamlarının dili haline getiren Aşık, bu yaştan
sonra çok sevdiği sazını bırakmıştır. Sazını erken bırakması iyi mi olmuştur,
kötü mü bilemeyiz. Gerçek şu ki, Aşık Said bu gün bağlama tellerinden dökülen
türküleriyle yaşayan ozanlardan biri. Türkülerinin çoğu, memleketi olan Kırşehir
ve çevresinde hala yaşamaktadır. Derlenemediği için unutulanlar olsa bile.
Ayriyeten incelemeler sırasında Kırşehir folklorundaki yerini ve önemli payını
saptamış bulunuyoruz. Üstelik yaşadığı dönemde de türkülerinin yaygın ve tutulur
olduğu tartışmasız söyleniyor.
Genel kanı Aşık Said'in yanık ve çok güzel olduğu, türkülerini içinden
geldiğince okuduğu başladığını tamamlamadan geçmediği, dinleyenlerin ona uyarak
sessizce ve zevkle havasına girdikleri biçimindedir. Görüşmelerimiz sırasında,
bağlamayı ender bir ustalıkla çaldığını, bir söylediği parçayı uzun bir süre
geçmeden bir daha söylemediğini öğreniyoruz. Bize verilen bilgiye göre, şu
örnekler anlatılanları doğrular niteliktedir:
Bir düğünde davetliler arasında, zamanın önde gelen eski bir bağlama erbabı da
bulunuyor. İlkin bu sanatçı alıyor tezeneyi ve yumuluyor sazın göğsüne ve
tellerine. Çalıyor ve söylüyor. Dinleyenler mest oluyor, bir hayranlık rüzgarı
esiyor oracıkta. Sonra sıra genç Aşık Said'e geliyor, hem çalıyor, hem söylüyor.
Sesi ve sazı o kadar güzelmiş ki, kendisini ilk kez dinleyen ünlü kişi
bağlamasını eline alarak ayağa kalkmış, övgüsünü damgalar gibi ortasından
kırıvermiş herkesin önünde.
Gene bir gün, dört gelin kız su dolduruyor bir pınardan. Oradan geçmekte olan
Said, bir söğüdün gövdesine yaslandıktan sonra, <<Ay Dost!...>> diye başlıyor
çalıp çığırmaya, kızlar bu güzel, bu yanık, bu içten konser karşısında
testilerini yere çalarak beğenilerini açığa vuruyorlar.
Bütün bu özelliklerinin normal gereği ise, Said'i zamanın aranan, beklenen
kişisi yapmasıdır. Her taraftan sık sık ziyaretine gelenler olurmuş. Çoğunluk
ise avcı arkadaşları. Yaşlı bir köylü hem kendi gördüklerine, hem de
duyduklarına dayanarak şunları açıklıyordu bu konuda: Said'in deden kalma bir
odası varmış. Çevre köylerden ve daha uzak yerlerden Said'i ziyarete gelenler
eksik olmazmış. Gelenler dedesinin köy odasında ağırlanır, bazen sabahlara kadar
yarenlik edilir, çalınır, söylenirmiş. Gelenler bu odada gecelerlermiş. Bundan
da. anlaşılıyor ki Aşık'ın adı biliniyor ye söylüyordu dillerde: <<Said Avcı>>
şiirinde bunu kendisi de açığa vuruyor:
<<Söylenir namımız halkın dilinde.>>
Said'in bir tutkusu da şahan. Ava çıktığında olduğu gibi, çıkmadığı zamanlarda
da elinde, omzunda şahanla dolaşırmış. Aşık'ın şahana olan sevgi ve tutkusunu
şiirlerinde de görüyor ve bize verilen bilginin gerçek olduğu sonucuna
varıyoruz:
Yavru bazım konmuş kolun üstüne
Dökmüş saçlarını belin üstüne
Şahinimi salmış idim yabana
Mail oldum ben bir kaşı kemana
Ün eyledim yüce dağlar salından
Gözü kara bir balaban kuş ile
Elde bazım kalktım keklik avına
Yol alanda Ağızboz'un dağına
Bir şiirinde de şöyle duyurur kolundaki Şahini:
Davet olsam dost köyüne okunsam
Yavru şahinimi kolda götürsem.
Bu örnekler dışında, şahan, şahin, balaban, baz gibi
adlarla bu kuşlara düşkünlüğünü belli eden satırlarına çokça rastlıyoruz.
Aşık Said'in, kadınlara olan eğilimi ayrı bir özelliği olarak çıkıyor karşımıza.
Ne var ki bu noktadaki görüşler şehre ve köye göre değişiyor. Kırşehir'de
kadınlara aşırı düşkünlüğün kanısı yaşarken, kendi köyünde, <<vardı, aşırı
değildi>> şeklinde söyleyenlere rastlıyorduk. Gel gelelim şiirleri ve hayatına
ait kısa bilgiler birinci görüşü daha bir haklı çıkarır nitelik taşıyor.
Gene köyünden edindiğimiz bilgiye göre dindar, namazını kaçırmayan, çok dürüst
ve doğru bir karakter adamı imiş. Zaten bu ve benzeri özelliklerinin sosyal yanı
olan bütün şiirlerinde, kuşkuya yer kalmayacak şekilde tam bir açıklıkla
görebiliyoruz.
Evet ozanın yaşadığı dönemle ilgili bilgiler şimdilik bu kadarla bitiyor.
Bitiyor ama, bir perde eksiğiyle ancak. Derken bir gün gelmiş, bağlamış Said'i
hasta döşeğine. Ne var ki, elinden ve dilinden alamamış türküsünü, koşmasını,
destanını. Söylemiş, yazmış hasta yatağında bile yaşlı Ozan. Hem de geleceğini
kestiren bir adamın acı gerçeklerini yaşıyordu artık. Biraz yakınmalı, tersine
minnetsiz ve üstelik korkusuz :
Yüklettin
bahranı kaçarım diye
Kol kanat bağladın uçarım diye
Şu yalan dünyadan, göçerim diye
Kırdın kanadımı kolumu felek
Gözümden akıttım demü zarımı
Felek yaman aldın kolay yanımı
Vadem yetti ise gel al canımı
Sana minnet etmem bir canı felek
Şu yalan dünyada yolumuz büke
Çevirdim yönümü yalvardım hakka
Giydirdin gömleğe istemez yaka
Yolumu yolsuza düşürdün felek
Hasta döşeğinde böyle yazan Aşık, ardından minnet etmediği canını da veriyor ve
Toklumen'e gömülüyor. Yazık, fırsat buldukça gittiğimiz bölgede, hele Aşık'ın
kendi köyünde yaptığımız soruşturmalarda mezarının yerini bilen kimse
çıkmamıştır.
Öldüğünde 75 yaşındadır. Yıl 18 ikinci Kanun 1326 dır. (18 Ocak 1910) Yastığının
altından kendi el yazısıyla yazılmış <<Son Türküsü>> de çıkmıştır:
Said bu rüyaya aldanama boşa
Götü azık bir gün gelecek başa
Senin günahların gökleri aşa
Sana baki değil bu Toklueğemen
Evet Toklumen ona da kalmamıştır. Zaten o da herkes
gibi bu dünyada konuk olduğunu biliyor ve şöyle açıklıyordu önceden:
Anamın rahminden yere düşmeden
Dokuz ay yaslandım handa misafir
Bu gün, geldim ise yarın giderim
Ben bir ulu kervan hana misafir
Gayri Aşık'ın da misafirliği de bitiyordu. Misafirliği
bitmeyen ise onun sözleri, sazından kalan seslerdi. Bu gün var olan, yaşayan iki
gerçek.
Aşık Said
'ınEserlerinden
bazıları:
|
Aşık Said
Ağ Ellerin Sala Sala Gelen
Yar
Nasıl Getireyim Seni Ele Ben
Ya Bir Şahin Olsam Sen Bir Balaban
Taksam Kaynağıma Gitsem Çöle Ben |
Der Said'im Görür Zatı Zad İle
Aldırdım Yarimi Bir İspat İle
Göksü Sülenbetli, Tosun At İle
Yar Terkimde Hep Gideyim Çöle Ben |
Aşık Said 1251 (1835) yılında Kırşehir iline bağlı Toklumen Köyünde doğmuştur.
Değirmenci Oğulları denen bir aileden gelmektedir.
Said, okuyup yazmayı önce köyün hocasından öğrenmiş, sonra 18 yaşlarında
Kayseri'ye giderek iki buçuk yıl medrese öğrenimi görmüştür.
Üç kez evlenmiş ve bir çok çocukları olmuştur. Bunlardan dördünün erkek, birinin
kız olduğu kesindir. Ayrıca bir oğlu ile bir kızının olduğu da söylenmektedir.
Adil ve İbrahim adlarındaki iki oğlu aynı günde ölmüş. Nuri adındaki oğlu 1290
(1874) deki büyük kıtlıkta keme (domalan) toplamak üzere Kızılırmak'ın karşı
kıyısına geçerken sandalın devrilmesi sonucu boğularak ölmüştür. Şairin
kendisinden sonra yaşayan tek oğlu, O'nun gibi bir halk şairi olan Aşık
Seyfullah'dır.
Haşim adındaki bir kardeşi Silifke'de mutasarrıflık yapmıştır. Aşık Said,
Kızılırmak üzerinde kayıkçılık yapardı. Çiftçilikle de binicilik sevdiği
uğraşlardı. Emmileri de kayıkçılık yapıyormuş, öyleyse bu uğraş onlardan gelmiş
olmalı kendisine. O, bir taraftan kayıkçılık yaparken, bir taraftan da ülkenin
bir çok il ve ilçelerini dolaşmış ve sazına oralardan da teller bağlamıştır.
Dörtlüklerinde çok yerleri gezdiğini, <<Yedi iklim dört köşeyi>> dolandığını
bildiriyorsa da, adlarını saymıyor. Görüşmelerimizden ve şiirlerinden
çıkarabildiğimiz kadarıyla Ankara, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Konya, Kayseri,
Maraş, Antep, Adana, Mersin, Silifke, Tarsus, İzmir, Manisa, Haymana,
Şereflikoçhisar, Aksaray, Keskin bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Yemen'e de
gitmiştir. Gezdiği yerlerde etkilenme derecesine göre şiirler yazmış, türküler,
düzmüş.
Bölgedeki yaşlı ve konuya yakınlık duyan kişilerden Aşık hakkında edindiğimiz
diğer bazı bilgilerin de buraya aktarılması uygun düşer sanırız.
Bir görüşe göre dört, bir görüşe göre altı yıl askerlik yapmış Yemen'de.
<<Yemen'e giderken>> başlıklı şiirinde, asker olarak Yemen'e gittiğini
belirleyen bir açıklık yoksa da, bölgede askerlik hizmetini, Yemen'de yaptığını
savunanlar az değildir. Nitekim askerden sevgilisine yolladığı <<Mektup>> adlı
şiirindeki:
Leylayı yitirmiş Mecnuna döndüm
Yana yana ıssız çölü beklerim
mısraları askerliğini Yemen'de yaptığı şeklindeki görüşleri oldukça açıklığa
kavuşturmakta, buna <<Yemen'e Giderken>> şiirindeki :
Yemen'den karalı haber geliyor
Nice yiğitler de hasret ölüyor
sözleri de eklendiğinde, askeriliği Yemen'de yaptığı büyük oranda doğruluk
kazanıyor.
Türkü söylemeğe genç yaşında başlamış ve sözlerini sazının tellerine ustaca
dökmesini becermiş. Bağlama çalmayı kendi kendine öğrendiğini, küçük yaşta
başladığını söyleyenler çoğunlukta ise de, çocukluğunda komşu köylerden birinde
ünlü bir saz erinin yaşadığını ve bu usta kişiden öğrenmiş olabileceğini ileri
sürenlerde çıkmıştır. Bu kişilerin sözleri tahminden öte geçmediği gibi, isim ve
yer de bildirmediklerinden ve hayli azınlıkta olduklarından Şair'in bağlamayı
kendi kendine öğrendiği daha çok kesinlik kazanıyor.
Kırk beş yaşına kadar sazını ilhamlarının dili haline getiren Aşık, bu yaştan
sonra çok sevdiği sazını bırakmıştır. Sazını erken bırakması iyi mi olmuştur,
kötü mü bilemeyiz. Gerçek şu ki, Aşık Said bu gün bağlama tellerinden dökülen
türküleriyle yaşayan ozanlardan biri. Türkülerinin çoğu, memleketi olan Kırşehir
ve çevresinde hala yaşamaktadır. Derlenemediği için unutulanlar olsa bile.
Ayriyeten incelemeler sırasında Kırşehir folklorundaki yerini ve önemli payını
saptamış bulunuyoruz. Üstelik yaşadığı dönemde de türkülerinin yaygın ve tutulur
olduğu tartışmasız söyleniyor.
Genel kanı Aşık Said'in yanık ve çok güzel olduğu, türkülerini içinden
geldiğince okuduğu başladığını tamamlamadan geçmediği, dinleyenlerin ona uyarak
sessizce ve zevkle havasına girdikleri biçimindedir. Görüşmelerimiz sırasında,
bağlamayı ender bir ustalıkla çaldığını, bir söylediği parçayı uzun bir süre
geçmeden bir daha söylemediğini öğreniyoruz. Bize verilen bilgiye göre, şu
örnekler anlatılanları doğrular niteliktedir:
Bir düğünde davetliler arasında, zamanın önde gelen eski bir bağlama erbabı da
bulunuyor. İlkin bu sanatçı alıyor tezeneyi ve yumuluyor sazın göğsüne ve
tellerine. Çalıyor ve söylüyor. Dinleyenler mest oluyor, bir hayranlık rüzgarı
esiyor oracıkta. Sonra sıra genç Aşık Said'e geliyor, hem çalıyor, hem söylüyor.
Sesi ve sazı o kadar güzelmiş ki, kendisini ilk kez dinleyen ünlü kişi
bağlamasını eline alarak ayağa kalkmış, övgüsünü damgalar gibi ortasından
kırıvermiş herkesin önünde.
Gene bir gün, dört gelin kız su dolduruyor bir pınardan. Oradan geçmekte olan
Said, bir söğüdün gövdesine yaslandıktan sonra, <<Ay Dost!...>> diye başlıyor
çalıp çığırmaya, kızlar bu güzel, bu yanık, bu içten konser karşısında
testilerini yere çalarak beğenilerini açığa vuruyorlar.
Bütün bu özelliklerinin normal gereği ise, Said'i zamanın aranan, beklenen
kişisi yapmasıdır. Her taraftan sık sık ziyaretine gelenler olurmuş. Çoğunluk
ise avcı arkadaşları. Yaşlı bir köylü hem kendi gördüklerine, hem de
duyduklarına dayanarak şunları açıklıyordu bu konuda: Said'in deden kalma bir
odası varmış. Çevre köylerden ve daha uzak yerlerden Said'i ziyarete gelenler
eksik olmazmış. Gelenler dedesinin köy odasında ağırlanır, bazen sabahlara kadar
yarenlik edilir, çalınır, söylenirmiş. Gelenler bu odada gecelerlermiş. Bundan
da. anlaşılıyor ki Aşık'ın adı biliniyor ye söylüyordu dillerde: <<Said Avcı>>
şiirinde bunu kendisi de açığa vuruyor:
<<Söylenir namımız halkın dilinde.>>
Said'in bir tutkusu da şahan. Ava çıktığında olduğu gibi, çıkmadığı zamanlarda
da elinde, omzunda şahanla dolaşırmış. Aşık'ın şahane olan sevgi ve tutkusunu
şiirlerinde de görüyor ve bize verilen bilginin gerçek olduğu sonucuna
varıyoruz:
Yavru bazım konmuş kolun üstüne
Dökmüş saçlarını belin üstüne
Şahinimi salmış idim yabana
Mail oldum ben bir kaşı kemana
Ün eyledim yüce dağlar salından
Gözü kara bir balaban kuş ile
Elde bazım kalktım keklik avına
Yol alanda Ağız boz'un dağına
Bir şiirinde de şöyle duyurur kolundaki Şahini:
Davet olsam dost köyüne okunsam
Yavru şahinimi kolda götürsem.
Bu örnekler dışında, şahan, şahin, balaban, baz gibi
adlarla bu kuşlara düşkünlüğünü belli eden satırlarına çokça rastlıyoruz.
Aşık Said'in, kadınlara olan eğilimi ayrı bir özelliği olarak çıkıyor karşımıza.
Ne var ki bu noktadaki görüşler şehre ve köye göre değişiyor. Kırşehir'de
kadınlara aşırı düşkünlüğün kanısı yaşarken, kendi köyünde, <<vardı, aşırı
değildi>> şeklinde söyleyenlere rastlıyorduk. Gel gelelim şiirleri ve hayatına
ait kısa bilgiler birinci görüşü daha bir haklı çıkarır nitelik taşıyor.
Gene köyünden edindiğimiz bilgiye göre dindar, namazını kaçırmayan, çok dürüst
ve doğru bir karakter adamı imiş. Zaten bu ve benzeri özelliklerinin sosyal yanı
olan bütün şiirlerinde, kuşkuya yer kalmayacak şekilde tam bir açıklıkla
görebiliyoruz.
Evet ozanın yaşadığı dönemle ilgili bilgiler şimdilik bu kadarla bitiyor.
Bitiyor ama, bir perde eksiğiyle ancak. Derken bir gün gelmiş, bağlamış Said'i
hasta döşeğine. Ne var ki, elinden ve dilinden alamamış türküsünü, koşmasını,
destanını. Söylemiş, yazmış hasta yatağında bile yaşlı Ozan. Hem de geleceğini
kestiren bir adamın acı gerçeklerini yaşıyordu artık. Biraz yakınmalı, tersine
minnetsiz ve üstelik korkusuz :
Yüklettin
bahranı kaçarım diye
Kol kanat bağladın uçarım diye
Şu yalan dünyadan, göçerim diye
Kırdın kanadımı kolumu felek
Gözümden akıttım demü zarımı
Felek yaman aldın kolay yanımı
Vadem yetti ise gel al canımı
Sana minnet etmem bir canı felek
Şu yalan dünyada yolumuz büke
Çevirdim yönümü yalvardım hakka
Giydirdin gömleğe istemez yaka
Yolumu yolsuza düşürdün felek
Hasta döşeğinde böyle yazan Aşık, ardından minnet etmediği canını da veriyor ve
Toklumen'e gömülüyor. Yazık, fırsat buldukça gittiğimiz bölgede, hele Aşık'ın
kendi köyünde yaptığımız soruşturmalarda mezarının yerini bilen kimse
çıkmamıştır.
Öldüğünde 75 yaşındadır. Yıl 18 ikinci Kanun 1326 dır. (18 Ocak 1910) Yastığının
altından kendi el yazısıyla yazılmış <<Son Türküsü>> de çıkmıştır:
Said bu rüyaya aldanama boşa
Götü azık bir gün gelecek başa
Senin günahların gökleri aşa
Sana baki değil bu Toklueğemen
Evet Toklumen ona da kalmamıştır. Zaten o da herkes
gibi bu dünyada konuk olduğunu biliyor ve şöyle açıklıyordu önceden:
Anamın rahminden yere düşmeden
Dokuz ay yaslandım handa misafir
Bu gün, geldim ise yarın giderim
Ben bir ulu kervan hana misafir
Gayri Aşık'ın da misafirliği de bitiyordu. Misafirliği
bitmeyen ise onun sözleri, sazından kalan seslerdi. Bu gün var olan, yaşayan iki
gerçek.
Aşık Said
'ın
Eserlerinden bazıları:
|
|
Neşet Ertaş (Garip)
Bilemedim Kıymetini Kadrini
Hata Benim Günah Benim Suç Benim
Eli minen İçtim Derdin Zehrini
Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Sana Karşı Benim Bir Sözüm Yoktur
Haklısın Sevdiğim Kararın Haktır
Garibim Derdimin Dermanı Yoktur
Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Halk müziğimize kaynaklık eden mahalli sanatçılarımızın eserleri ve yapmış,
oldukları çalışmaların yanı sıra, biyografilerinin de araştırılarak ortaya
çıkarılması büyük önem taşımaktadır. Şu anda hayatta olmayan mahalli sanatçılar
hakkındaki bilgileri ikinci üçüncü şahıslardan öğrenmekteyiz. Söz konusu mahalli
sanatçılar hakkındaki edindiğimiz bilgilerde bir takım soru işretleri oluşmakta
ve açıklığa kavuşturulması gereken bazı konular ise yeterince açıklık
kazanamamaktadır. Özellikle bu biyografik çalışmaların mahalli sanatçılar
hayatta iken kendilerinden alınan bilgiler ışığında yapılması en sağlıklı
olanıdır.
Orta Anadolu türkülerini ve bozlaklarını gerek sazı gerekse sesi ile getirdiği
yorum ve icra biçimleri sonucunda ün yapmış, mahalli sanatçılarımızdan biriside
Neşet Ertaş'tır.
Neşet Ertaş 1943 yılında Çiçekdağı'na bağlı eski adıyla ABDALLAR yeni adıyla
GIRTILLAR köyünde doğdu. 7 kardeşi olan Neşet Ertaş ailenin 2. çocuğudur ve
kardeşlerinden müzikle ilgilenen yoktur. 5-6 yaşlarında bağlama ve keman çalmaya
bağlayan Neşet Ertaş babası Muharrem Ertaş ile birlikte gittikleri düğünlerde
babasına kemanla eşlik ediyordu. Geçimlerini düğünlerde aldıkları paralardan
temin eden Ertaş'lar birlikte 8 yıl Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kırıkkale,
Keskin, Yerköy, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek bu işi sürdürdüler. Neşet
Ertaş bu işlerle uğraşmaktan okula da hiç gidememiştir.
14 yaşında çalışmak için İstanbul'a giden Neşet Ertaş'ın iş bulması kolay
olmadı. Karın tokluğuna çalışacağı bir işe dahi razı olan sanatçı bir gün Şen
çalar Plak adında bir şirkete gider. Şirketin sahibi olan Kadri Şen çalar Neşet
Ertaş'ı dinler ve çok beğenir. ''Neden Garip Garip Ötersin Bülbül'' adlı ilk
plağı 1957 yılında Şen çalar plak tarafından piyasaya çıkarılır. Neşet Ertaş bu
arada Beyoğlu'nda da bir gazinoda sahneye çıkmaktadır.
2 yıl İstanbul'da çalışan Neşet Ertaş daha sonra Ankara'ya gelir ve sahne hayatı
burada devam eder. Ankara' da çalıştığı gazinoda Leyla isminde bir kızla tanışır
ve hemen evlenirler. İki kız bir erkek çocukları olur. Ama bu evlilik mutlu
sürmemektedir. Neşet Ertaş bu arada askere gider. 1962'de İzmir Narlıdere'de
askerliğini yapan Neşet Ertaş askerlik dönüşünde Leyla Ertaş ile süren 7 yıllık
evliliğini bitirip ayrılır. Plak üzerine plak yapan Neşet Ertaş konserleriyle de
bir çok şehri 6-7 defa gezdi. Beste ve plaklarıyla çok meşhur olan Neşet Ertaş
her yerde aranan bir sanatçı olmuştu. Özellikle orta Anadolu düğünlerinin
değişmez sanatçısıydı. Neşet Ertaş düğünlerdeki içkili sofraların sayesinde
alkolün dozunu da artırmıştı. Dolayısıyla sıhhati de bozulmaya bağladı ve 1978
yılında parmakları felç oldu. Müzisyenlikten başka mesleğinde olmadığı için
işsiz ve parasız kaldı. Çok perişan bir hale gelen Neşet Ertaş tedavi olacak
parayı dahi bulamadı. Çareyi 1979'da Almanya'da bulunan kardeşinin yanına
gitmekte bulan Neşet Ertaş, tedavisini de orada yaptırdı. Eşinin yanında olan 3
çocuğunu da daha sonra yanına aldıran sanatçı mesleğine de Almanya'da tekrar
başladı. Türklerin bulunduğu yerlerde gazino ve düğün salonlarında çalıp
söylemeye başladı.
Kaset ve sahne çalışmalarına Almanya'da devam eden sanatçı kendisi okula
gidemediğinden dolayı çocuklarının okumaları için elinden geleni yaptı. 1 Oğlu 2
Kızı olan sanatçı ; oğlunu hem üniversitede okutmakta hem de iyi bir müzisyen
olarak yetiştirmektedir. Evli olan kızı da eşiyle birlikte üniversitede öğrenim
görmektedirler.
Neşet Ertaş'a babasının hayatı ve sanatı ile ilgili bir soruya;
"Babam Kırşehir'den çıkmış, Keskin"e gelmiş, anamın an evlenmiş. Çiçekdağı'nın
Gırtıllar eski adıyla Abdallar köyü denilen 20 haneli küçük bir köye gelip
yerleşmiş. Ben o Abdallar yeni adıyla Gırtıllar köyünde dünyaya gelmişim.
Babam sazıynan sesiynen tanınmış engin gönül , hoş
görüsüyken sevilen bir sanatçıydı. Saz çalmasını Yusuf Usta'dan öğrenmiş.
Geçinmemizi sazıyla temin ederdi. Anamı Keskin'den almış, kendisi Kırşehirli
olmasına rağmen uzun yıllar Keskin'de kalmış, Hacı Taşanı yetiştirmiş. Kırıkkale
ve Yozgat'ın köylerini, İç Anadolu'nun birçok köylerini sazı omzunda gezmiş, her
yerde türküler avazlar bırakmış. 5-6 yaşımda babam beni yanına aldı. Gittiği
yerlere beni de götürürdü. Birlikte 8 yıl Yozgat, Kayseri, Niğde, Nevşehir,
Kırıkkale, Keskin ve Yerköy'ü köyleriyle beraber gezip düğün çalardık.
Geçimimizde
verilen bahşişlerden olurdu.
En sonunda Kırşehir'e gelmiş 1980 de mi 1981 de mi rahmete kavuşmuş oldu."
şeklinde cevap vermiştir. Neşet Ertaş'a bağlama çalmaya kaç yaşında başladığını
sorduğumuzda ise; "Ben dünyaya geldiğimde sazı göbeğime koymuşlar'' şeklinde
cevap vermiştir. Bağlama öğrenmesinde babasının çok etkisi ve emeği olduğunu
söyleyen sanatçı, Bayram Aracı, A. Gazi Ayhan, Refik Başaran gibi bağlama
ustalarını da çok beğenerek dinlediğini ifade etmektedir. Sanatçı; bir bağlamada
hangi özellikleri arıyorsunuz? şeklindeki sorumuza ;
"Oyma saz ve çok perdeli olsun." diye cevap vermiştir.
Bağlamalarını da oyma tekne yapan ustalara yaptırmayı tercih eden sanatçı,
bağlamalarına da 7 tel takıp, kendi sesine göre akort yaptığını söylemektedir.
Sanatçının bağlamasından duyduğumuz bazı sesleri, başka bağlamaları
dinlediğimizde duyamamaktayız. Sanatçı bunun nedenini bağlamasındaki perde
ayarlarını kendisinin yapmasından dolayı meydana gelen bir farklılık olduğu
ifade etmektedir.
Sanatçı bestelerini, sôz ve müziği aynı anda düşünerek yaptığını, şimdiye kadar
kaç bestesi ve kaseti olduğunu hatırlayamadığını ve kendi eserlerini en iyi icra
eden sanatçıların da Gülşen Kutlu, Nezahat Bayram, Neriman Altındağ Tüfekçi
olduğunu söylemektedir.
Neşet Ertaş'a bir çok eserlerinde adını kullandığı ve ona türküler yaktığı
Leyla'nın kim olduğunu sorduğumuzda;
"Eski eşim ve çocuklarımın anası Leyla Ertaş'tır. Ama ayrıldıktan sonra
türkülerimde Leyla ismini artık kullanmıyorum."diye cevap verdi. Neşet Ertaş,
kendisine ait türkülerin son kıtalarında "GARİP'' mahlasını kullanmaktadır.
Kendisi bunun nedenini şöyle açıklamaktadır.
"Soyadı yokken bize Garipler derlermiş. Gerçektende biz garip, yani ezilmiş, hor
görülmüş, Abdal diye nitelendirilmiş, aşağılanmışızdır. O gariplik bende kaldığı
için garibim diyorum. Sanatçı BOZLAK'ın tanımını da Feryattır, Ağıttır." olarak
yapmıştır.
Neşet Ertaş'a ilk plağını yapmasında maddi ve manevi yardımı olanları
sorduğumuzda;
"Kadri Şençalar'dır. Kendisi benimle çok yakından ilgilendi, bana plak okuttu.
Beyoğlu saza götürerek bana proğram aldı ve onun sayesinde sahne hayatım
başladı." diye cevap verdi. Sanatçı şimdiye kadar sazı ile hiç bir sanatçıya
eşlik etmediğini, sadece tek olarak çalıp söylemeyi tercih ettiği söyledi.
Neşet Ertaş önceki bestelerinin çoğunda sevgiliye duyulan aşk ve özlem
konularını işlemişti. Son kasetlerindeki (Nerde ne arıyorsun, Yolcu, Şirin
Kırşehir, Benim Yurdum) bestelerinde ise insanlara belli mesajlar veriyor. Allah
aşkı, insan hakkı ve sevgisi, ana ve babaya duyulan özlem, ilim ve cehalet,
memleket hasreti, ölüm gibi. Sanatçı bunun nedenini şöyle açıklıyor:
"Aşık Veysel in de dediği gibi benim sadık yarim gara topraktır. Gözün en
görülen, e!inen tutulan, yediğimiz içtiğimiz, canımız topraktır. Bu toprağın en
güzeli insandır, insanların en güzeli de anamız ve yarimizdir.
İnsanı seven insan; Hakkı sever, bizde o Hakkın aşığıyız. Şüphesiz ki ölmez,
yitmez, yemez, içmez, solmaz bir tek Allah' tır. Allah hepimizi eşit yaratmış.
Haksızlık, cana gıyma, düşük görme olmasın. Allah'tan geldik Allah'a gideceğiz.
Cehalete hatırlatabildimse mutluyum."
Türkiye'de konserler vermeniz için teklifler yapılıyordur. Bu teklifleri nasıl
karşılıyorsunuz? sorumuza sanatçı şöyle cevap verdi:
"Kabul etmiyorum. Çünkü; kırk yıl o garip vatandaşlarımın ekmeğini yedim. Tekrar
konser verip onların cebindeki ekmek paralarını alamam. Ama onlara televizyondan
bedava konser veririm."
Sanatçı tüm ailesinin Almanya'da olduğunu, çocuklarının üniversitede okuduğunu
ve kendisinin de müzisyen olarak çalışmaya devam ettiğini, dolayısı ile Türkiye'
ye kesin dönüş yapmayı, şimdilik düşünmediğini ifade etmektedir.
Neşet Ertaş Türkiye'de halk müziğinin şu andaki yeri hakkında şöyle düşünüyor:
"Halk müziği ölümsüzdür. Yeter ki yürekten okuyan, yürekten çalan olsun. Şu anda
çalan olsun okuyan olsun verimlilik göremiyorum."
Halk müziğine büyük emeği geçmiş bir sanatçı olarak TRT ve Kültür
Bakanlığı'nın size gösterdiği ilgiden memnun musunuz? diye sorduğumuzda:
"Hayır memnun değilim. Muzaffer Sarı
Sözen 14 yaşımda iken beni mektupla çağırır, misafir olarak çaldırır, okuturdu.
Daha sonra imtihanla mahalli sanatçı olarak radyoya girdim. 23 sene her ay 2
proğram yapardım. Halk müziği yöneticilerinden çok bencil insanlar vardı. Beni
çıkardılar, istediğim gibi çaldırıp söyletmediler. Bende terk ettim." diye cevap
verdi.
Neşet Ertaş'a, şimdiye kadar sizin ve babanızın hakkında herhangi bir
araştırma yapıldı mı? diye sorduğumuzda;
"Benim hakkımda, yani bana sorulmadı. Ama babamın hakkında kendisinden soranlar
olmuştur." diye cevap verdi.
Orta Anadolu türkülerini ve bozlaklarını en iyi yorumlayan mahalli sanatçılardan
biri olan Neşet Ertaş'ın eserlerinin ve müzik çalışmalarının bilinmesinin
gerekliliği ile birlikte sanat hayatının ve kendisinin yaptığı müzik hakkında
düşünce ve yorumlarının da bilinmesi gerekmektedir.
Neşet Ertaş gibi bir çok mahalli sanatçı hakkında bu tür çalışmalar yapılmadığı
için eserleri ve yaşantısı hakkında yazılı bilgiler bulmakta güçlük
çekilmektedir. Dileğimiz bu tür çalışma ve yazıların artmasıdır.
Öğr. Gör. Hakan TATYÜZ
Gaziantep Üniversitesi T.M.D. Konservatuarı Öğretim Görevlisi
Not: Bu çalışma 06.04.1996 tarihinde yapılmıştır ve Milli Folklor Dergisinin
31-32. sayısında 1996 yılında yayınlanmıştır.
KAYNAKLAR
1. Neşet Ertaş'a gönderilen, soru kağıdı gönderme yöntemi ile elde edilen
bilgiler.
2. KAYMAK, Mansur - THM ve Oyunları (Cilt :1 Yıl:1 Sayı:1 1982)
3. EKİCİ, Savaş - Ramazan Güngör ve üç telli kopuzu. (Kültür Bak. HAGEM
yayınları. 188 ANKARA 1993)
4. Halk Ozanlarının Sesi ( Yıl:1 Sayı:1 Aralık 1992 Kültür Bak. HAGEM
yayınları.)
Neşet Ertaş'ın
Resimleri ve müzikleri için TIKLA
Neşet Ertaş'ın
(Garip)
Eserlerinden bazıları:
|
|
Neşet Ertaş'a
Garip Garip
Dilinden dökülür bozlaklar mayalar
Nice
yaslar döktü seni dinleyen aşıklar analar
Gördük ki senin hep bizden fazla derdin var
Pas
tutmasın telin çal garip garip
Ömrün geldi
geçti gülemedin dünyada
Anladimki bu ask uğruna sende yandın leylada
Mevla'm
kavuşturur belki sizi öbür dünyada
Görürsen leylayi cennette sev garip garip
Nice
görgüler gördün nice çileler çektin
Feleğin zehrini hep bağrına ektin
Muhannet için sende gurbetin yolunu duttun
Su yaban
ellerde gez garip garip
Saziyin
tiniydi bizi efkara salan
Nice
aşıklar dinledikte görmedik sen gibi çalan
Garibin dostu bir kuru sazı olan
Anladimki bu alemde sen garip garip
Niceleri arkandan hep kuyunu kazdı
İsleri
rast gitmedi ama hepside yolundan azdı
Gönlü yün aradığı bir doğru sözdü
Geçti cahil ömründe görmedin vah garip garip
|
Gözünde tüter hep vatanin yurdun
Kırşehir e dönmek için nice hayaller kurdun
Gidemedin cünki çok muhannet gördün
Düzeni
böyle kurmuşlar hal garip garip
Dilerim ak çıkartsın yüzünü oğlun ile kızın
Sızlatmasınlar yüreğini kalmasın arkada gözün
Göçersin sende dünyadan bir baharın güzün
Girersen kara toprağa yat garip garip
Helal
olsun sana gözümden akan bu yas
Iyiki
sebeb olmuş dogmana baban muharrem Ertaş
Dilerim hep çal sazını nice gönüllere ulaş
Mest eyle hepsinde gir garip garip
Aşık
Şerafettin erdi senin sırrına
Ölümlü
dünyadayız çıkmak belki yarına
Duyarsa çok sevinecek bir kuru selamına
Esirgeme su asığa sal garip garip
OZAN
SERAFETTIN HANSU
ALMANYA
04-08-2004
Bu
şiir´i 27.11.2004 Tarihinde bana
mail ile gönderen Kardeşim
Ozan
Şerafettin
Hansu ya Teşekkür
ederim. istegi Üzere eklemiştir
Neşet Ertaş için yazılan
şiir. |
25 Eylül 2012
Bozkırın Tezenesi Ünlü halk ozanımız 74 yaşındaki Neşet Ertaş İzmir'de
tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti., Türkiye ağladı
Kırşehir'de Toprağa Verildi
Ah yalan dünyada, yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada... Bu
unutulmaz sözlerin sahibi, Türk Halk müzigi bestecisi, söz
yazarı, yorumcu, ünlü halk ozanımiz Neşet Ertaş, dün sabah 74 yaşında
hayata veda etti. 15 gündür kanser tedavisi gören Ertaş, Kırşehir'deki
Bağbaşı Mezarlığı’nda babası Muharrem Ertaş'ın mezarının yanına
defnedildi.
   |
Şemsi Yastıman

Şemsi Yastıman
Ölmez, sağ olursam bu yaz inşallah
Sılayı bir daha görmek istiyom
Çugun'a varınca ya ağşam, zabah
Topraklara yüzüm sürmek istiyom
Ey Şemsi Yastıman, ümitli kulsun
Kısmet ise gayen yerini bulsun
Hemşeriler buna vasıta olsun
Kırşehir'e selam vermek isti
yom.
Yakın bir süre önce
yitirdiğimiz Şemsi Yastıman, Türk Halk Müziği'ne ''kaynak kişi'', ''derleyici''
ve ''aşık'' kimliği ile emeği geçmiş bir usta halk sanatkarıdır. Asıl adı
''Mehmet Galip Şemsettin'' olan Şemsi Yastıman, Şekerci Ahmed Ağa ve İlham iye
Hatun'un oğlu olarak 10 Temmuz 1923'de Kırşehir'de doğdu. Saza ve söze ilgisi
Ortaokul yıllarında başladı. Önce Kırşehir ve çevresinde ki ustalardan
etkilendi. Ankara'da bulunduğu yıllarda Yağcı oğlu Fehmi Efe ve Genç Osman'ın
müzik meclislerine girerek kendini ve sazını geliştirdi. Bu yıllarda sahneye
çıkmaya haşladı. Bir süre İzmir'de bulunan ve burada evlenen Şemsi Yastıman,
daha sonra İstanbul'a yerleşti ve sanat hayatını burada sürdürmeye başladı. Kısa
sürede şöhreti arttı, gazinolarda çalışmaya başladı. Dönemi içinde basın-yayın
organlarının en çok bahsettiği sanatçılardan biri oldu. Onlarca plak doldurdu ve
pek çok kez Türkiye Radyoları'nın emisyonlarına davet edildi.
Şemsi Yastıman,
özellikle halk müziği geleneğinin çalıp-söyleme tarzını benimsemiş bir halk
sanatkarı olarak adından söz ettirdi. Aşıklık geleneğinin çeşitli türlerinde
seslendirdiği eserlerle ve bilhassa dönemi içinde unutulmaya yüz tutmuş olan
''destan'' ve ''taşlamaları'' ile sevildi.
Ayrıca, memleketimiz
Kırşehir'in müzik potansiyelinin geniş kitlelere tanıtılmasına, ''mahalli
sanatçı'' kimliği ile ön-ayak oldu. Sanatçı kişiliği yanında, kendi adını
taşıyan dükkanında saz dersleri vererek pek çok sanatçı yetiştirdi. Türk Halk
Müziği konusunda çeşitli kitaplar ve notalar yayınlayarak kültür-sanat hayatına
hizmetlerde bulundu. Şemsi Yastıman, doğduğu gün ve ay'a tesadüf eden 10 Temmuz
1994 tarihinde Lapseki'de vefat etti.
Şemsi Yastıman'ın
Eserlerinden bazıları:
|
|
|
Çekiç Ali
(Mahalli Sanatçı ve Kaynak Kişi)

Kırşehir yöresi türkü ve bozlaklarının isim yapmış usta icracılarından
biridir Çekiç Ali... Hemen hemen tüm plak ve kasetlerinde "Kırşehir'li Çekiç Ali
namıyla anılan sanatçımız, aslen Kaman'ın Meşe köyünden ve asıl soyadı da
Ersan'dır. 1932 yılında doğan Çekiç Ali'ye, "çekiç" lakabı; çevikliği ve
ataklığının yanı sıra, saz çalışındaki canlılık, dinamizm ve aciliteden dolayı
verilmiş. Henüz çocuk yaşlarında iken köy odalarında saz çalmaya başlayan
sanatçıya büyükleri tarafından takılan bu lakap o kadar yaygınlaşmış ki, asıl
adı olan Ali'nin önüne geçerek, adeta asıl ismi olmuş.
O yıllarda İstanbul'da faaliyet gösteren bir plak şirketi, Çekiç Ali'ye ait bir
plağı izinsiz basıp çoğaltarak piyasaya sürer. Çekiç Ali'nin haklı itirazına
ise, tam bir "şark kurnazlığı" üslubu ile "senin adın Çekiç Ali değil ki, sen
Ali Ersan'sın" diyerek güya kendince sahtekarlığına bir kılıf uydurur. Bunun
üzerine Ali Ersan da, halk arasında maruf ve meşhur olan Çekiç Ali ismini hukuki
yolla resmileştirerek Çekiç soyadını alır ve yeni adı "Ali Çekiç" olur. Evet,
Kaman'ın Meşe köyünden Ali Ersan'ın "Kırşehirli Çekiç Ali" olmasının kısa
hikayesi böyle...
Tabi hikayenin özü, "Kırşehirli Çekiç Ali'yi Kırşehir türkü ve bozlaklarının
usta sanatçısı" haline getiren o uzun, çileli ve yorucu hayatın ayrıntılarında
gizli. Şöyle yürek sızlatan bir saza sahip olmanın henüz hayal olduğu günlerde
"tokaç" ı saz yaparak kendince türküler çalıp söylemeye başladığı yıllardan
itibaren bu hayat gerçekten o kadar yorucu ve sıkıntılarla doludur ki, Çekiç
Ali'nin o hassas ve ince kalbi bütün bunlara öyle çok uzun bir süre
dayanamayacak ve henüz otuz beş yaşında ilk ciddi uyarışını yapacaktır.
Hacı Taşan'dan dört yıl sonra, Neşet Ertaş'tan ise dört yıl önce dünyaya gelen
Çekiç Ali, 1973 yılının yazında Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi'nde kalbinden
ameliyat olur ve bu ameliyattan iki yıl sonra geçirdiği beyin felci onu
aramızdan ayırır. Bir sanatçı için henüz olgunluk döneminin başları
sayılabilecek kırk bir yaşında 13 Eylül 1973'de hayata gözlerini yuman Çekiç
Ali, kıvrak, atak sazı; içli ve yanık sesi ile söylediği türkülerle elbette
gönlümüzde yaşamaya devam edecektir. Bu kadar kısa bir hayata bunca türküyü,
bozlağı sığdırmak bir tarafa, ancak ayda yılda bir, bir kaç türküsünün
yayınlandığı devlet radyosu ve belli sayıda basılmış 45'likler dışında hiç bir
imkanın olmadığı yıllarda "meşhur ve usta sanatçı Çekiç Ali" olarak isim yapmak
pek de kolay olmasa gerek.
Çekiç Ali, bu seriden daha önce yayınlanan Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan
ustaların albüm metinlerinde de söylediğimiz gibi, ekmeğini yöre düğünlerinde
saz çalıp türkü söyleyerek kazanan abdal aşiretine mensup bir sanatçı olarak,
Orta Anadolu abdal müziği geleneğinin önemli halkalarından birini teşkil eder.
Bu, Muharrem Ertaş Okulu'nun Hacı Taşan'la birlikte en yetkin temsilcisi
sıfatıyla Çekiç Ali'ye haklı bir ün kazandırır.
Gerçi Çekiç Ali'nin, bir Hacı Taşan gibi Muharrem Usta'nın dizinin dibine
oturarak birlikte bozlaklar, türküler meşk etmişliği, birlikte düğün dernek
kurmuşluğu yok ama, 1980'li yıllara kadar, "yaşayan en büyük Abdal"sıfatıyla
Muharrem Usta'nın manen tesirinde kalmamış, onun çalıp söylediğinden
etkilenmemiş aşiret mensubu sanatçı bulmak hemen hemen imkansız. Ayrıca bir
akrabalık da söz konusu ve Muharrem Ertaş, Çekiç Ali'nin eşi Fatma Hanımın
dayısı. Muharrem Ertaş, "ustaların ustası" diyebileceğimiz Yusuf Usta ve dayısı
Bulduk Usta'dan tevarüs ettiği geleneğin o kadar güçlü bir temsilcisidir ki gah
bir silah gibi patlayan, gah bir gök gürlemesi gibi uğuldayan o parlak ve tiz
sesini dinleyip de etkisinde kalmamak elbette mümkün değil
Çekiç Ali de, her gerçek sanatçıda gördüğümüz gibi, bu etkiyi kendi iç
dünyasında yoğurarak kişisel zevk ve üslup süzgecinden geçirmiş ve ustasını
taklit etmeyen, ama ondan aldığı ilhamla yeni bir zevk ve güzellik peşinde olan
bir sanatçı portresi ortaya koymuştur. Bu portre oldukça başarılı ve pek çok
yönden de orijinal bir sentezdir aynı zamanda.
Çekiç Ali'nin sanatının, başta Muharrem Usta olmak üzere, Hacı Taşan ve Neşet
Ertaş'la olan benzerlik ve farklılıklarının neler olduğuna da kısaca değinmekte
fayda var. Zira uzaktan ve genel bir bakışla birbirlerine çok benzer gibi
görünen bu sanatçıların bu sanatçıların birbirleriyle olan benzerlikleri ve
farklılıkları aslında oldukça önemli ve/ fakat uzun bir bahistir. Önemlidir;
çünkü bizde müzik, özellikle halk müziği alanında, bu anlamda bir üslup tahlili
bugüne kadar yapılmadığı için, farklılıklar, nüanslar ve incelikler üzerine
kurulu bir sanat olan müziği gerçek boyutları ile kavramakta zorlanıyoruz.
Muharrem Ertaş, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş'ta ayrı ayrı karşımıza çıkan bazı
özelliklerin belli ölçülerde Çekiç Ali'de bir arada bulunduğunu görüyoruz. Onda
bir Muharrem Ustadaki heybeti, Hacı Taşan'daki sanatsal derinliği ve Neşet
Ertaş'daki yaratıcı yeteneği bekli bulamayabiliriz, fakat Çekiç Ali'yi farklı ve
kendine has kılan özelliklerine baktığımızda şunları görürüz : Onun sesi,
kelimenin tam anlamıyla lirik, duygulu ve yanık bir sestir. Çok yumuşak bir
gırtlağı vardır ve yöre müzisyenlerinin hepsinde karşımıza çıkan ses çarpmaları,
orijinal gırtlak nağmeleri, titretme ve triller, kelimenin telaffuz ve
vurgularındaki hususilik Çekiç Ali'de en rafine şekliyle karşımız çıkar.
Fakat onun asıl orijinal yönü, saz çalma teknik ve üslubunda kendini gösterir.
Çekiç Ali'nin sazından bazen uda, bazen cümbüşe benzer sesler duyarız ve teller
üzerindeki parmakların ve tezenenin kelebekler gibi uçuştuğunu hissederiz. Çekiç
Ali'nin 1960'lı yıllarda, Bayram Aracı ile birlikte son derece seri ve hızlı
bağlama çalmayı yaygınlaştıran sanatçılardan biri olduğunu da söyleyelim. Bu
tavır ve edanın özellikle oğlu Aydın Çekiç'te devam ettiğini görüyoruz. Aydın
Çekiç, sesi ve bağlaması ile Kırşehir yöresi türkü ve havalarının günümüzdeki
başarılı icracılarından biri olarak sanatını sürdürmektedir.
Çekiç Ali de, ustası Muharrem Ertaş, arkadaşı merhum Hacı Taşan ve üstad Neşet
Ertaş gibi çok küçük yaşlarda yöre düğünlerine "çalgıcı" olarak giderek meslekte
kendini yetiştirmiştir. Neşet Ertaş, babası olmadan tek başına düğün çalmaya ilk
olarak Çekiç Ali'nin yanında gittiğini söylüyor. Yöresel tabirle düğünlerde
"çalgıcılık" yapmanın; çalıp çığırmak dışında ellerinden fazla bir iş gelmeyen
bu insanlar için yegane meslek, meşguliyet ve aynı zamanda da iyi bir rızık
kapısı olduğunu söyleyelim.
Düğün çalmanın dışında, yöre folklorik oyunları ve müzikleriyle de ilgilenen
Çekiç Ali'nin 1969 yılında İstanbul'da düzenlenen ulusal bir yarışmada ekibine
kazandırdığı bir de birincilik var. Özel bir bankanın düzenlediği 9.Halk
Oyunları Festivali'ne katılan Kırşehir halk oyunları ekibinin başında elinde
sazı ile Çekiç Ali vardır ve birinciliği Kırşehir ekibi kazanır. Bu başarıda
şüphesiz Kırşehir halay ve oyunlarının güzelliği yanında, bu halay ve oyunları
ustaca çalan ve türkülerini başarıyla icra eden Çekiç Ali'nin bireysel katkısını
göz ardı etmemek gerek.
Çekiç Ali, mektep medrese görmemiş, doğuştan getirdiği Allah vergisi sanatçılık
yeteneğini uygun şartlarda ve ortamlarda geliştirerek kendi kendini yetiştirmiş
"alaylı sanatçılar" kuşağına mensup bir sanatçıdır. Bu geleneğin diğer ustaları
gibi o da içinde doğup büyüdüğü toplumu ve bu toplumun neşesini, hüznünü,
ağıdını, oyununu, eğlencesini dile getirmiştir. Bunu da sanat yapmak için değil,
çalıp okumayı tabii bir hayat tarzı olarak benimsediği için yapmıştır. Tabiilik
(doğallık) ve kendiliğindenlik (spontane), Çekiç Ali'nin üslubunun en belirgin
iki özelliği sayılabilir.
Çekiç Ali'nin hem sesinde, hem sazında öylesine kendine has bir renkle
karşılaşırız ki, bu daha ilk müzik cümlesinde kendini hemen belli eder. Başta
Muharrem Usta olmak üzere Hacı Taşanın, Neşet Ertaş'ın da okuduğu bazı türküleri
ve havaları (Biter Kırşehir'in Gülleri Biter, Acem Kızı vb.) tamamen kendine has
bir tavırla yorumlayarak, adeta okuduğu her eserin altına kolay kolay
silinemeyecek güçlü bir imza atar.
Sazını sesine, sesini de sazına öylesine yakınlaştırır ki, sazla sesin
birlikteliği ve iç İçelliği oldukça etkileyici bir müzik dili ortaya çıkarır.
Söyler gibi çalan, çalar gibi söyleyen bir üslup... Çekiç Ali bağlamayı Muharrem
Ertaş ve Hacı Taşandan biraz farklı bir stilde ve karar sesini klavyedeki ikinci
oktav "re perdesi" ne taşıyarak çalar. Muharrem Ertaş'ın sürekli, Hacı Taşanın
ise zaman zaman yaptığı boş alt teli (la perdesi) karar sesi kabul eden icra
şekli yerine " re üzeri" icrayı tercih etmiştir. Neşet Ertaş'ın da -daha çok
Bayram Aracından hareketle- bu tarzı benimsemesi ile, "bozuk düzen bağlama" da
(la-re-sol) "re üzeri" icra büyük bir yaygınlık kazanır. Yöre tavrının icrasına
ve acilite göstermeye daha uygun gelebilecek bu tarz, aslında sanatçıya sunduğu
ses alanı itibariyle öbürüne göre daha sınırlı imkanlara sahip olmasına rağmen,
bugün yöre sanatçılarının bu tarz icrayı benimsemiş durumdalar.
Çekiç Ali'nin repertuarının önemli ölçüde anonim türkü ve ağıtlardan oluştuğunu
görüyoruz. Sözleri kendisine ait hemen hemen hiçbir türküsü olmadığı gibi,
kendisinin "havalandırdığı / müziklendirdiği" bir eseri de yoktur bilindiği
kadarı ile. Bu tesbitin Muharrem Ertaş ve Hacı Taşan için de geçerli olduğunu
söyleyelim. Aslında Neşet Ertaş bu alanda da bir çığır açarak klasik türkü ve
bozlak formunda sayısız eserin söz ve müziklerine imza atmış bir sanatçıdır.
Çekiç Ali'nin okuduğu türkülerin bazıları (Acem Kızı, Aziziye gibi) yöre müzik
kültürünün ağırlıklı karakteristik ezgileri olmakla beraber, çoğu da oyun
türküleri ve oyun havalarından oluşmakta. Ağıtlar ise, yörede yaşanmış acılı,
trajik olaylar üzerine söylenmiş anonim söz ve ezgilerin yanı sıra, en çok da
Toklumenli Aşık Said'in (1835-1910) ve Aşık Said'in oğlu Aşık Seyfullah'ın
(1896-1968) şiirleri üzerine söylenmiş ağıt / bozlaklardan ibaret. Kızılırmak,
Doğar Yaz Ayları, Sarı Yazma Yakışmaz mı Güzele vb. bozlaklar bunlardan
bazıları.
Muharrem Ertaş Okulu'nun üç önemli isimlerinden biri olan rahmetli Çekiç Ali'yi
de böylesine derli toplu bir şekilde ilk defa müzik kamuoyuna takdim eden
elinizdeki bu albüm ile, elbette başta büyük usta Muharrem Ertaş olmak üzere,
"bozlak" geleneğinin çağımızdaki üç büyük ustasını ( Hacı Taşan, Çekiç Ali ve
Neşet Ertaş) tüm Türk ve dünya müzikoloji ve etnomüzikoloji çevrelerine tanıtmış
bulunuyoruz. Yalnız bir noktayı önemle vurgulamak isterim: Geleneksel kapalı
toplum yapılarını mümkün olduğunca korumaya çalışarak herkesle dost ve kardeşçe
yaşamayı sürdüren ülkemizin çeşitli yörelerindeki abdal aşiretleri, müzik
itibariyle öyle zengin bir potansiyele sahipler ki bu zenginliğin ülke müzik ve
kültür birikimine mutlaka dahil edilmesi gerekiyor.
Bu sanatçılar, Orta Asya kökenli ozanlık / bahşılık geleneğinin -Anadolu
topraklarındaki tarihi, sosyal ve kültürel ilişkilerin şekillendirdiği yeni tarz
ve üsluplarıyla- çağımızdaki en özgün temsilcisidir aynı zamanda.
Bu ekolü günümüzde amatör ya da profesyonel olarak sürdüren o kadar çok sanatçı
var ki, isimlerini alt alta sıralamak bile sayfalar tutabilir. Tabi bu
sanatçılardan yarınlara kimler kalacaktır, şimdiden söylemek mümkün değil. Ancak
şu kadarını söyleyelim ; bu öylesine gür ve gümrah bir damar ki, her geçen gün
biraz daha gelişip serpilerek Anadolu Türk Müzik Kültürü içindeki ağırlıklı
yerini korumaya devam etmektedir. Elbette değişen ve artan dozlarda yozlaşmayı,
dejenerasyonu ve başkalaşmayı da bünyesinde taşıyarak.
Kaynaklık ettiği türkülerden bazıları:
Acem Gızı, İrafa Koydum Narı, Topak Daşın Kenarı, Çorabın Enine Bak, Yarin
Yaylasına Seyrana Vardım... |
Hacı Taşan (Mahalli Sanatçı ve
Kaynak Kişi)
"Türkü
Yozgat'ta doğar, Kırşehir'de oyun havası olur, Keskin'de elenir."
Keskin'deki folklorik oluşum ve Keskin türkülerinin
anonimleşme sürecindeki farklı ve ağırlıklı yerini vurgulayan bu söz, bir bakıma
birbiriyle komşu bu üç yörenin karakteristik özelliklerine de işaret eder.
Gerçekten de merhum Nida Tüfekçi ile en güçlü temsilcisine kavuşan "Sürmeliler"
diyarı Yozgat'ın kültürel kaynak zenginliğine, Neşet Ertaş'la en rafine
yorumcusuna kavuşan Kırşehir türkülerinin canlı ve dinamik yapısına biraz
yakından baktığımızda, Keskin türkülerindeki durulmuş lirizmi hemen fark ederiz.
İcra tavır ve üslubu yönünden Yozgat türkülerine, müzikal yapı ve form
itibariyle Kırşehir türkülerine yakın duran Keskin havalarının, her iki yöre
türkülerinin elekten geçirilerek adeta yeni bir senteze tabi tutulduğu
ağırbaşlı, klasik ezgiler olduğunu söylemek mümkün. İşte Hacı Taşan bu seçkin
türküleri, halayları çalıp okuyan bir sanatçı olarak Keskin folklor musikisinde
büyük ağırlığa sahip hemen hemen tek sanatçıdır. Tabii Keskin havaları üzerine
yapılacak tüm estetik ve yapısal açıklamalar, bir anlamda Hacı Taşanın sanatını
tahlil anlamına da gelecektir. Çünkü Keskin türküleri onunla gelmiş geçmiş en
usta yorumcusuna kavuştuğu gibi, Hacı Taşanın ismi, sanatçı yeteneklerini
sonunda kadar kullandığı o güzelim Keskin türküleriyle adeta özdeşleşmiştir.
Evet "Keskinli mahalli sanatçı Hacı Taşanı ülke genelinde tanınan bir sanatçı
yapan kültürel ve müzikal ortama şimdi biraz yakından bakalım.
1930'da doğan Taşan, aslen Kırtıllar köyünden. Kırtıllar o yıllarda "abdal"
aşiretinin en yoğun olarak yaşadığı köylerden biri. Büyük bozlak ustası Muharrem
Ertaş da buralı ve Neşet Ertaş'ın da doğum yeri Kırtıllar. Bu yoksul köyün
toprakları hiçbir zaman insanlarını varlıklı kılmaz, fakat dünyanın en zengin
nağmelerini içeren, en içli, en yanık türkülere can verir. Bozkırın ortasındaki
bu fukara köy, Anadolu halk müzikleri içerisinde en orijinal renk ve anlatıma
sahip bir tür "Anadolu blues"u olarak nitelendirilebilecek bir müziğe,
abdal/aşiret müziğine kaynaklık eder.
Bugün artık terkedilmiş metruk bir köy görünümündeki Kırtıllar'ı, başta ekmek
parası derdi olmak üzere, çeşitli sebeplerle zaman içinde herkes terk eder. Hacı
Tavşan'ın babası Abdullah Çavuş'la o yıllarda Hac el
obası'ndan evlendiği için oraya göçer. Bağlamayı çok seven bir ana ile,
yörenin ünlü davulcularından olan Abdullah Çavuş'un dört çocuğundan biri olan
Hacı Taşan, oniki yaşlarında başlar saz çalmaya. Babası, o zamanlar yörenin en
namlı ustalarından olan Yusuf Usta'ya iyi bir saz yaptırır ve tutar elinden
küçük Hacı'nın, o günlerde Seyfeli(daha sonra Barak) köyünde oturan üstad
Muharrem Ertaş'a çırak verir. Ve böylece Hacı Taşan, bu müziğin tek ve en etkili
eğitim/öğretim şekli olan bir ustanın yanında çıraklığa başlar.
Muharrem Ertaş'ın çırağı
Muharrem Ertaş, Hacı Taşanı yanına alarak bugün hala bu
müziğin hem öğrenildiği hem de en çok icra edildiği mekanlar olan düğünlere
götürür. "Düğün çalgıcılığı" onlar için çoğu zaman tek ve en önemli meslektir.
Yeri gelmişken önemli bir konuyu bir cümleye vurgulamakta yarar var: Çoğu zaman
bu düğünlerdeki aşırı içki ve sefahat ortamı bu insanların ruhen ve bedenen
hızla yıpranmalarına ve dolayısıyla genç yaşlarda ölüme sebep olmakta. Merhum
Hacı Taşan 1983'te vefat ettiğinde 53 yaşında idi. Bu geleneğin bir başka usta
sanatçısı merhum Çekiç Ali 39 yaşında vefat etti. Bunun özellikle "ustalar"
arasında adeta bir kader gibi benimsendiğini tespit ettiğimizi belirtelim.
(Abdal aşireti ve bozlaklar konusunda daha geniş için Kalan Müzik'in "Arşiv
Serisi"nde yayınlanan "Kalktı göç eyledi"adlı Muharrem Ertaş albümünün
kitapçığına bakılabilir.)
1970 'lerden sonra önce radyo ve plak, daha sonra da televizyon ve kaset gibi
kitle iletişim araçlarını kullanarak daha geniş bir pazara seslenme imkanına
kavuşan yöre sanatçıları, yine de düğünlerde çalmayı hiçbir zaman
bırakmamışlardır. Bu, şüphesiz aynı zamanda arz -talep konusu.
Ve böylece zaman içinde kendiliğinden oluşan o çok büyük mahalli şöhretin dar
kalıplarını kırarak geniş kitlelere ulaşan, hatta tüm Türkiye'ye seslenen, o
yöreye mensup ilk mahalli sanatçı merhum Hacı Taşan olmuştur. Bunun hikayesini
kendisinden dinleyelim: "Askerliğimi 1950'de İstanbul Maçka'da yaptım. Askere
gitmeden önce çalıp söylemede bir hayli ustalaşmıştım. O sıralar rahmetli
Muzaffer Sarı söz en yurdun her tarafını gezip türkü
derliyordu. Bir gün çıkıp Keskin'e geldi. Bizi Halkevi binasında topladı, o
günlerde yayınladığı Folklor Saati'nde yer vermek üzere seçme yapacağını
söyledi. Keskin'de bir hafta kalarak birçok mahalli sanatçıdan derlemeler yaptı.
Daha sonra seslerimizi radyoda yayınladı. Radyo ile ilişkim ilk böyle başladı.
Sarı
söz en bizi daha sonra zaman zaman Ankara'ya
radyoya davet ederek çalıp söyletti. Sarı
söz en'den sonra Nida Tüfekçi, Mustafa Gece
yatmaz ve Ali Can'larla tanıştım ve radyoda programlar yaptım."
Neşet Ertaş'ın elinde sazı ile "radyoevine çıkmak" için ilk defa Ankara'ya
gelişi de bu olaydan sonradır: "Baktım bir gün radyoda Hacı emmim türkü
söylüyor. Babam Muharrem ustadan bellediği bir bozlak bu: 'Aman aşağıdan Yusuf
Paşam gelirken gelirken / Düşmanına karşı koyan mert olur...' öyle bir
heyecanlandım ki, yerimde duramadım. 'Ben de gidip radyoya çıkacağım' dedim.
'Madem Hacı emmimin söyledikleri radyoda çalınacak kadar kıymetli, o zaman benim
okuyacaklarımı da yayınlarlar' diyerek elimde saz, Ankara'ya, Sarı
söz en'in yanına geldim..."tabii Neşet Ertaş daha
sonra, Hacı Taşanla birlikte, radyoda en sık program yapan mahalli sanatçılardan
biridir artık.
Eserleri :
Hacı Taşan'ın repertuar itibarıyla yöresinin dışına pek
çıkmadığını görüyoruz. Başta Keskin olmak üzere, Yozgat, Kırıkkale, Kırşehir,
Kaman ve Şereflikoçhisar gibi yerlerde dolaşmış, buraların bozlak ve halay
havalarını, türkülerini kendine has bir üslupla çalıp söylemiştir.
Son yıllarında, Pir Sultan Abdal, Deli Boran, Seyit Süleyman, Derviş Ali ve
Dertli gibi halk şairlerinin şiirlerini çeşitli formlarda ezgilendiğini
görüyoruz. Gerek sözleri bu ünlü halk şairlerinin şiirlerine ait eserler,
gerekse anonim karakterdeki diğer eserlerine baktığımız zaman Hacı Taşanın
repertuarını form ve içerik yönünden üç ana grupta toplamak mümkün:
1.Türküler/Semahlar
2.Halaylar/Oyun havaları
3.Bozlaklar/Ağıtlar
Birinci kategoriye giren pek çok türkünün yanında, Keskin Semahı olarak da
anılan "Döndün mü benden yüzü dönesi" sözleriyle başlayan eser, Hacı Taşanın
repertuarında bir istisna teşkil etmekte. İkinci grupta değerlendirilebilecek
eserlerin en bilinenleri şüphesiz "Arzu Kamber halayı" ile "Bugün ayın ışığı"
adlı halay türküleridir. Başta hocası Muharrem Ertaş'tan öğrendikleri olmak
üzere, Hacı Taşanın repertuarının bozlak yönünden hayli zengin olduğu
söylenebilir. "Ankara'da yedim taze meyveyi" sözleriyle başlayan Keskin'li
Sefer'in ağıtı başta olmak üzere "Akşamdan mı geçtin", "Erciyes'ten duman
kalktı" ve "Giyindim kuşandım gittim düğüne" benzeri ağıt türünde de hayli eser
olduğu söylenebilir. Bunlardan sözleri kendisine ait olan var mıdır, tam olarak
bilemiyoruz ancak ünlü "Açtım perdeyi de turnamı gördüm" bozlağı için kendisi
şöyle bir hatırasını naklediyor:
"Necati adında çok sevdiğim bir dostum vardı. Kırıkkale'de hapse düştü.
Ziyaretine gider gelirdim. Bir gidişimde 'Hacı, içerde dolaşırken pencereden
baktım ki bir turna kafilesi gidiyor, duygulandım, bir dörtlük yazdım. Şunun
sonunu da sen getir' dedi. Bunun üzerine oturup şiiri tamamladım ve sazımla da
çalıp okumaya başladım".
Tavır ve üslubu
Merhum Hacı Taşanın, bir Muharrem Ertaş gibi tiz
perdelerde de aynı gücü ve parlaklığı koruyan tiz bir sesi olmamasına rağmen,
kendi rengi ve sınırları içinde güçlü bir sese sahip olduğunu söylemek gerekir.
Önemli olan daha ziyade bu sesi kullanma tavır ve şeklinden doğan üsluptur ki,
bu konuda ismi, "üslup sahibi mahalli sanatçılar" ın başında anılsa yeridir. Gür
ve dolu bir ses, sesi bazen öne, bazen geriye atan bir ağız ve nefes kullanımı,
özellikle tizlerde başarıyla uyguladığı kafa sesi, bazen sert, bazen yumuşak
trillerden oluşan gırtlak nağmeleri ve doğal vibrasyonlarla zenginleşen renkli
bir okuyuş tarzı... Ve hemen hemen bütün bu tekniklerin ya da benzerlerinin
bağlamaya adaptasyonu ile ortaya çıkan lirik ve canlı bir bağlama çalma
üslubu...
Orta Anadolu müzik geleneğinde kendine has bir çizginin temsilcisi olan Hacı
Taşanın sanatı ile ilgili elbette çok şey söylenebilir. Kendisiyle beraber Çekiç
Ali ve Neşet Ertaş gibi sanatçıların da ustası olan Muharrem Ertaş'ın Hacı Taşan
üzerindeki bariz etkisini belirtmek gerekir. Fakat Hacı Taşanın hiç bir zaman
taklide düşmediğini, kendi tavır ve üslubunu kısa zamanda bulduğunu ve kendi
ustalığını konuşturduğunu biliyoruz. Hacı Taşanın bu "nevi şahsına münhasır"
sanatçı kişiliği üzerinde Keskinli olmasının ağırlıklı yönünü vurgulamak
gerekir. Çünkü Keskin Orta Anadolu'nunen zengin halay bölgelerinden biri olduğu
kadar, bu halayların eşlik sazı olan davul zurnanın da en iyi icra edildiği
yörelerden biridir. Hacı Taşanın saz çalma ve türkü söyleme üslubunda bariz bir
davul zurna tesiri vardır. Öte yandan Keskin, yazının başında vurguladığımız
coğrafi konumu bu konumdan kaynaklanan kültürel zenginliğini müzikal zenginliğe
dönüştürebilecek bir sanat potansiyeline her zaman sahip olmuştur. Yöredeki
Alevi-Bektaşi kültür birikimini de kendi kültürel potasında eriterek başarılı
sentezlerin ortaya konulduğu Keskin musiki folkloru, Hacı Taşanla en güçlü
yorumcularından birine kavuşmuştur.
Ailesi
Aslen Yozgat/ Yerköy'ün "teflek" abdallarından olan karısı Naile
Taşan, en küçük oğlu Sondur Taşanla birlikte, Akdere'de, metruk bir gecekonduda
kendi tabiri ile "çile doldurmaya devam ediyor". Fethi, Seyfettin, ve Sondur
adında üç erkek, Bahalı, Nazlı, Güler, Sevda ve Sev dur adlı beş kızı olan Taşan
ailesinin erkek evlatları, atalarından, dedelerinden görüp öğrendikleri şekilde
düğünlerde çalarak ekmek paralarını kazanmaya çalışıyorlar. Taşan soyadı ile
bugün Keskin'de aktif sanat hayatını sürdürenlerden Kudret Taşan ve kardeşleri
ise Hacı Taşanın yeğenleri...
Repertuarındaki bozlaklar arasında göçebe Türkmen aşiretlerinden biri olan Cerit
aşiretinin göç ve iskan meseleleri ile ilgili bozlaklar da bulunan Taşanın Cerit
Türkmenlerinden olma ihtimali hayli kuvvetli. Öte yandan bizzat karısının
ifadesine göre, kendisi Ceritlerden olduğunu söylermiş. Cerit aşiretiyle ilgili
kaynaklardaki mevcut bilgi de Taşan'ın Cerit olma ihtimalini güçlendiriyor:
"Bozulus'un Orta Anadolu'ya gelmesinden sonra ikiye ayrılarak bir kısmının Yeni
İl Türkmenlerinin içine karıştığı tespit olunan Ceritlerin diğer bir bölümü ise
Keskin havalisindeki Bozulus içinde yer almakta idi.(...) Hükümetin Keskin
havalisindeki Bozulus Türkmenlerini Rakka bölgesine yapılan iskana tabi
tutmasının yanında, Beliç nehri boylarına yerleştirilen Cerit aşireti bir müddet
sonra yavaş yavaş iskan mahallini terk ederek Çiçekdağı, Kırşehir ve
Bozok(Yozgat)tarafına dağıldılar. Geride kalanlar ise 'giden evlerimiz gelmedi'
diyerek üçer beşer kaçıp onlara katıldı. "Sözlerinin Dadaloğlu'na ait olduğu
sanılan Hacı Taşan'ın söylediği pek çok bozlaktan biri olan şu bozlak özellikle
bunu anlatır:
Cerit Irakka'dan sökün edince
Açılsın Urum'un yolu Cerid'in
Silsüpür oğlu Fettah beyim ölünce
Kırıldı kanadı kolu Cerid'in
Tanpınar ve "Billur Piyale"
Hacı Taşan'ın çalıp okuduğu türküler arasında, farklı
kaynaklardan geldiği ve bir başka kültürel zenginliğe dayandığı belli olan öyle
türküler var ki, bunlardan biri de elinizdeki albümde de yer alan "Billur
Piyale" adlı eserdir. Folklor ve türküler üzerine henüz aşılamamış titiz ve
dikkatli yorumlar, bakış açıları getiren ünlü kültür ve edebiyat adamı Tanpınar,
bu türkünün Erzurum'da karşılaştığı varyantı ile ilgili, "Beş şehir" adlı
eserinde ilginç yorumlarda bulunur: "Bin türlü acemiliği, saflığı, içinde bu
küçük parça baştan aşağı incelik, zevk, lezzettir. Gerçekten billur bir
kadeh...Belki büyük bin geleneğin son tezgahında yapıldığı için küçük bir
çatlaklığı, tadını artıran bir donukluğu var... Fakat mesela Behzad'ın elinden
çıkmış bir minyatür kopyası gibi bütün bir tarz, bütün bir edadır. Asıl güzel
tarafı bu küçük billurdan bütün zevki, hayatı, düşünceyi, zaman telakkisini
fışkırtan bestedir. Esnaf sıra gezmelerinde söylendiği tahmin edilen bu türküye
Orta Anadolu'da da rastlanıyor.(...) "Billur Piyale" bizi "mahalle klasik" adını
verebileceğimiz orta sınıf musikisine götürür.. "Tanpınar'ın işaret ettiği Orta
Anadolu varyantının, bizzat Hacı Taşanın çalıp okuduğu eser olma ihtimali
oldukça yüksek. Çünkü bu türkünün derlendiği kaynak kişi de Hacı Taşanın
kendisidir.
Kalan Müzik'in "Arşiv Serisi"nden daha önce yayınlanan Muharrem Ertaş albümü ve
bundan sonra yayınlanması planlanan Çekiç Ali albümü ile, Türk halk müziği
coğrafyası içerisinde her yönüyle farklı ve güçlü bir çizgiyi temsil eden Orta
Anadolu abdal/aşiret müziğinin en özgün ve rafine örnekleri yayınlanmış oluyor.
Müzikoloji tarihi açısından olduğu kadar Anadolu halk müziği tarihi ve genel
musiki kültürümüz açısından da büyük önem arz eden bu "üç bozlak ustası" ile
ilgili çalışmayı büyük bir zevk ve heyecanla yaptığımı belirtmek istiyorum.
Benimle aynı heyecanı paylaşan Kalan Müzik sahibi ve yapımcı sevgili Hasan
Saltık'a, müziğimiz ve kültürümüz adına teşekkür borcumuz vardır.
9 Mart 1983 tarihinde, geçirdiği üçüncü kalp krizinde 53 yaşında kaybettiğimiz
Hacı Taşanı bir kez daha rahmetle anarken, aynı zamanda karısıyla teyze çocuğu
olan üst ad Neşet Ertaş'ın Hacı Taşana söylediği ağıtın içli sözleri ile
noktalamak istiyorum:
|